11 Ekim 2017 Çarşamba

Koleksiyon

Kendimi bir istifçi, yani bir 'hoarder' olarak nitelendirmiyorum. Çünkü sahip olduğum bir şeyi, işime yaramasa dahi uzun bir süre elimde tutma ya da asla elimden çıkarmama gibi bir alışkanlığım yok. Fakat benim için manevi değeri olan ya da sadece görünüşü hoşuma giden nesneleri de genellikle elimde tutuyorum. Durum böyle olunca da aslında koleksiyoncu olarak değil de, sadece bir 'elinde tutucu' olarak sakladığım anahtarlık ve poster gibi bir takım objelerim var.

Kendimi koleksiyoner olarak değerlendirdiğim alan ise 1:64 ölçekli model arabalar. Bu koleksiyona başlama serüvenim, Mustang'e olan tutkum ile başladı. İlk modelim, yanılmıyorsam 2009 yılında aldığım 1967 model Mustang Shelby GT-500.


Bu modeli aldıktan sonra, 1960-1980 yılları arasında üretilen spor arabalara olan merakım beni daha fazla model almaya sevk etti. Ağırlıklı olarak Hot Wheels olmak üzere Matchbox ve zaman zaman Majorette marka modeller alıyordum. Ölçek olarak 1:64'e odaklanmama rağmen, Hot Wheels, Matchbox ve Majorette'in 1:64 ölçeklerinin aslında birbirinin aynı olmadığını gördüm. Örneğin Majorette firmasının ürettiği bir model, aynı modelin Hot Wheels versiyonuna göre biraz daha büyük. Şahsen Hot Wheels ölçüsünü tercih ediyorum, ancak üretilen modeller bağlamında Majorette'in özellikle günümüzde beni daha çok cezbettiğini belirtmeliyim. Gözlemlediğim kadarıyla Hot Wheels'in Türkiye'ye son yıllarda gelen modelleri biraz daha jenerik tasarımlara odaklanmış durumda. Bense gerçek hayatta var olan modelleri biriktiriyorum.

Ve iş gerçek markalara ait modellere gelince de hem ölçek hem de üretilen modeller konusunda son zamanlarda Matchbox'ı beğeniyorum. Çünkü Hot Wheels'in üretmediği markaların modellerini, Majorette'in göz zevkimi bozacak kadar büyük olmayan bir 1:64 ölçeğinde üretiyor. 

Hot Wheels, Matchbox ve Majorette arasındaki ölçek farkını tek bir fotoğraf karesiyle sunmayı isterdim ama malesef şu anda bu mümkün değil. Böyle karşılaştırmalı bir kareyi başka bir yazıya saklamak üzere, şimdilik Matchbox üretimi birkaç Toyota 4Runner fotoğrafıyla devam ediyorum.

Bu fotoğrafın da gösterdiği gibi, son zamanlarda klasik spor arabalara ek olarak bir de jiplerle ilgilenmeye başladım. Hatta koleksiyonum içinde, sadece jiplerin yer aldığı bir 'alt-koleksiyon' dahi var :) Bunun fotoğrafını da bir sonraki yazılardan birinde paylaşayım.

6 Ekim 2017 Cuma

Tocqeville'den

Yazmaya başlayayım demişken, yine ara verdim. Blog yazmaya ne kadar hevesli olursam olayım, bilgisayarın karşısına geçip birkaç satır yazmak için gereken ilhamı her zaman bulamıyorum. Ya da belki o ilham beni bulamıyor. İşte o ilhamsızlık anlarından birinde, Tocqeville'den bir alıntı paylaşmaya karar verdim (İngilizcesi ve benim Türkçe çevirim):

“I have lived among people of letters, who have written history without being involved in practical affairs, and among politicians, who have spent all their time making things happen, without thinking about describing them. I have always noticed that the former see general causes everywhere while the latter, living among the unconnected facts of everyday life, believe that everything must be attributed to specific incidents and that the little forces that they play in their hands must be the same as those that move the world. It is to be believed that both are mistaken. “ - Alexis de Tocqeville, Souvenirs


“Doğrudan deneyimi olmaksızın tarih yazan insanlar ve gerçekleştirdikleri şeyler üzerinde düşünüp onları tanımlamayan siyasetçiler arasında yaşadım. Tüm bu zaman içide hep şunu gözlemledim: İlk gruptakiler her durumda genelleyebilecekleri nedensel ilişkiler gördüler; ikinci gruptakiler ise günlük yaşamın birbiriyle bağlantılı olmayan gerçekleri arasında yaşayarak, her şeyin belirli olaylarla ilişkilendirilebileceğini ve ellerinde oynadıkları ufak tefek güçlerin, dünyayı döndüren güçle aynı şey olduğuna inandılar. İnanıyorum ki her iki gruptakiler de bir yanılgı içindeler.” - Alexis de Tocqeville, Souvenirs

19 Eylül 2017 Salı

Ankara'da Amatör Yol Bisikleti Turu

Yol bisikletimi aldığım günden itibaren yaklaşık bir buçuk ay boyunca Ankara'da haftada ortalama 4 günlük bisiklet turları yaptım. İlk birkaç gün hem tekniğimi geliştirme hem de bisiklete alışma ile geçtiği için, başlangıçta 8-10 kilometrelik gayet kısa turlarla başladım. İlk haftadan sonra, belirlediğim yeni rotalarla birlikte uzunlukları kademeli olarak artan günlük turlarım genellikle 20-30 km. civarında seyretti. İlk büyük hedefim, Ankara-Temelli arası gidip gelmek ve 100 kilometreyi zorlamaktı, ancak Ankara'da geçirdiğim günler bu hedefimi gerçekleştirmeme malesef yetmedi.

Turlara ilk olarak Batıkent içinde başladım. Sabahları, trafiğin mümkün olduğu kadar sakin olduğu ve yaz aylarında olduğumuz için sıcaklığın da en fazla 15-20 derece arasında seyrettiği saatlerde yola çıkıyordum. İzlediğim yol yarışlarında ve turlarda en çok etkilendiğim kısımlar epik tırmanışlar olduğundan, her zaman tırmanış konusunda kendimi geliştirmek istemişimdir. Bu nedenle rotalarımı genellikle en az 2 zorlayıcı tırmanış olacak şekilde belirliyordum. Oturma, nefes alma, atak gibi teknik konularda kendimi ancak bu şekilde geliştirebilirdim.

Tabi ki nihayetinde Kolombiya'nın zorlayıcı tırmanış parkurlarında ya da Alp yollarında antrenman yapmıyordum. Kendimi, yüksekliğin yaklaşık 30 metre arttığı yokuşlarda deniyordum. Varmak istediğim noktayı zamandan ziyade, tırmanış sırasındaki hızımla belirlemeye çalıştım. Başlangıçta saatte 13-14 kilometre ile ve son derece zorlanarak çıktığım yokuşları bir süre sonra 17-18 kilometre hızda tırmanabildiğimi gördükçe motive oldum.

Ancak Batıkent içindeki rotalarımın aslında pek de gerçekçi olmadığını fark ettim. Bunun iki nedeni vardı: İlki, mesafeler yeteri kadar uzun değildi. İkincisi ise, tırmanışlar genelde kısa ve yüksek eğimliydi. Bu tür yokuşlar, patlayıcı güç antrenmanı açısından bakıldığında yararlı olabilse de, genel amacım uzun vadeli olarak sürdürebileceğim bir performans düzeyine erişmekti. Dolayısıyla, biraz daha 'gerçekçi', yani uzun ve makul eğime sahip tırmanışlar bulmalıydım.

Eymir Gölü Parkuru

Bu amaçla, gözümü önce Eymir'e çevirdim. Gölü çevreleyen, yaklaşık 11 kilometrelik yolda eğimin düşük olduğunun farkındaydım, ancak burada 2 tam tur atarak kondisyonumun hangi seviyede olduğunu ölçebileceğimi düşündüm. Ancak, ilk bakışta antrenman için son derece uygun gibi görünen bu rotanın, bilhassa yol bisikleti için hiç de ideal olmadığını görünce hayal kırıklığına uğradım. Hayal kırıklığımın sebebi ise, yol boyunca karşılaştığım kapanlar ve kasislerdi. Araçların göl çevresinde hızlarını yükseltmemeleri için alınmış olan bu tedbirleri anlayabilsem de, Eymir'in yol bisikletçileri için Ankara'daki en doğru adres olmadığı kanısına vardım. Ayrıca, asfaltta da bolca yarık ve delik vardı. Tüm bunlar, zamansız bir şekilde durmama ve ortalama hızımın gereksiz bir şekilde düşmesine neden oluyordu. Bu deneyimim üzerine, Eymir'e antrenman için sadece bir kez daha giderek, Eymir Gölü çevresinde bisiklet defterini şimdilik kapatmış oldum.

İdeal Rota Arayışları

Eymir'deki hayal kırıklığımın ardından kendime yeni bir rota belirlemem gerekiyordu. Ama bu sefer Batıkent'in dışına çıkıp, bir nevi şehir turu atmak istiyordum. Bu amaçla, kendime bir Batıkent-Göksu Parkı rotası çizdim. Gidiş-geliş yaklaşık 16,5 km. uzunluğundaki bu rotanın haritası ile yükseklik profili ise şöyle:







Bu parkuru iki defa tekrarladıktan sonra, uzunluğu biraz daha artırmayı ve bu sefer daha 'round trip' şeklinde, yani gidişte ve dönüşte aynı yolu takip eden bir rota yerine, daire çizen bir rota belirlemeyi denedim. İlk olarak aklıma, benim 'Batıkent-Anadolu-Batıkent' olarak adlandırdığım, Batıkent'ten başlayarak İstanbul Yolu üzerinden Anadolu Bulvarı'na ve buradan da Sabancı Bulvarı'na bağlanan, sonrasında Şaşmaz üzerinden tekrar İstanbul Yolu'na dönen ve nihai olarak Batıkent'te sona eren bir rotaydı. Açıkçası, Ankara'daki kısa yol bisikleti deneyimim boyunca en çok keyif aldığım rota bu oldu. Bu rotayı sevmemin iki nedeni ise, yaklaşık 25 kilometrelik uzunluğu ve Anadolu ile Sabancı Bulvarlarındaki hazırlayıcı düzeydeki eğimi. Bu rota ve profili de şu şekilde:









Bazı Notlar

Sürücüler: Başta da bahsettiğim gibi, güneşin doğduğu ilk saatlerde yola çıktığım için trafik genellikle yoğun değildi. Bu durum, İstanbul Yolu ile Anadolu ve Sabancı Bulvarları için geçerli. Öyle ki, tüm bu yollarda zaman zaman orta şeritten bile gidebildiğim oldu. Dönerken sinyal vermeyi ihmal edenler dışında, bu süre zarfı boyunca sürücülere yönelik büyük bir şikayetim olmadı.

Aynı durum, akşam üzeri saatlerinde gerçekleştirdiğim Batıkent-Göksu Parkı rotası için de geçerli. Zaten İstanbul Yolu'nun en sağ şeridi, Göksu Parkı'na giderken ve oradan dönerken, bisikletçiler için gayet uygun olan bir yol.

Köpekler: Karşılaştığım en büyük sorun oldular. Özellikle sabahın erken saatlerinde çıktığım turlarda, birçok köpek tarafından kovalanmam hızımı artırmamama ve yaşadığım paniğin yanı sıra enerjimi erken ve yanlış bir şekilde harcamama sebep oldu. Köpeklerin beni neden kovaladıklarını araştırdığımda ise, internette bulduğum bilgilere göre, köpeklerin kendilerinden uzaklaşan bir şeyi kovalamaya yönelik bir içgüdüleri olduğunu öğrendim. Enteresan bir şekilde, aynı köpeğin sabahın erken saatlerinde arkamdan havlayarak koşmaya daha meyilli olurken, akşam üzeri veya öğlen saatlerinde sakince geçmemi izlediğini de hayretle gözlemledim.

Bir seferinde beni kovalayan bir köpeğin beni yakalarsa ne yapacağını görmek için yavaşladığımda ise, köpeğin havlamaya devam ettiğini ve ısırmaya veya saldırmaya çalışmağını gördüm. Ancak bunun her durumda geçerli olup olmadığını test etme riskini de alamadım :)

Beslenme: 25 kilometrelik rotaya başlayana kadar, yanıma su almıyordum. Ancak, 25 kilometreden itibaren, turun sonunda hem su ihtiyacını karşılamak hem de ağzımı çalkalayıp ferahlamak için, beraberimde yaklaşık 300 ml. su almaya başladım.

Yola çıkmadan bir şeyler atıştırma konusundaysa önceden bazı yazılar okumuştum. Bunların ortak noktası, tur öncesi karbonhidrat alımına önem veriyordu. Ben de bu tavsiyeyi kendime göre düzenleyerek, yani rota uzunluklarım genelde kısa olduğu için, yola çıkmadan önce kuru meyve ile 10-20 gr. aralığında karbonhidrat almaya çalıştım. Bunun performansıma yaptığı etkiyi test etmek amacıyla, bazı günler yola hiç karbonhidrat almadan çıktım ve gördüm ki, aslında aldığım karbonhidrat performansımda önemli bir etki yaratmıyor. Yolda beslenme bağlamındaysa, formamın arka cebine bir iki adet kuru meyve almayı denedim, fakat yine performansımda bir değişiklik yaşamadım. Bunun nedeni, aldığım karbonhidrat miktarı olabilir. Kişisel görüşüm ise, karbonhidratın verebileceği enerjinin, daha ziyade uzun yollarda görülebileceği yönünde.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Merhaba

Son yazının üzerinden yaklaşık üç yıl geçmiş. Burada üç yıl önce yazdıklarımda genel olarak manevi yolculuk ve insan beyni konularına odaklanmışım. Şimdi ise yolculuğu biraz daha fiziki bir boyuta alarak devam etme kararı aldım. Tabi manevi yolculuk her daim devam ediyor, o konuda bir değişiklik yok. Çünkü birçok yerde söylendiği gibi, önemli olan yolculuğun kendisi; varılacak olan yer ya da yolun sonunda görülecekler değil. Zaten bu anlayışla bakıldığında aslında yolun bir sonu olmadığı da görülebilir.

Fiziki yolculuk derken, iki temel konu üzerine yazmaya niyetim var. Biri, son altı yıl içinde kimi zaman alçalan, kimi zaman yükselen bir ilgi ile takip ettiğim, son iki aydır ise içine bizzat dahil olmaya çalıştığım yol bisikleti sporu. Diğer konu ise, yine altı-yedi yıl önce başladığım 1:64 ölçekli araba koleksiyonu.

Son dönemde hayatımın merkezinde olan iki fiziki aktivite de bu ikisi. İlk olarak, araba koleksiyonumla uğraşmak, alışveriş merkezlerinde, kırtasiyelerde, havaalanlarında ve görebildiğim ve görebileceğimi umduğum her yerde yeni modeller aramak. İkincisi ise, yeni aldığım yol bisikletimle kısa parkurlarda turlara çıkmak. Her iki konuda da amatör bir ruhla, ama kendimi sanki bir profesyonelmiş gibi düşünüp motive olarak ilerliyorum.

Bir değişiklik olmazsa bu bildirimden itibaren yazılarımı bu şekilde paylaşmayı düşünüyorum. Hoşbuldum. 

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Yapay Düşmanlık

'Beyin' kelimesinin ifade ettikleri ile 'kalp' kelimesinin ifade ettikleri arasında ihtilaflar çıkarmanın çoğu zaman bizleri yararsız ikiliklerin ya da tercihlerin içine attığını düşünmüşümdür. Bana kalırsa, bilimsel bakış açısı, elle tutulur veriler ve istatistikler ışığında düşünürken maneviyattan, insan olarak farkımızı oluşturan değerlerin manevi ağırlıklı olanlarından feragat etmemiz gerektiği fikri de, sadece zihinlerimizde oluşturduğumuz bir genel kanıdan ibaret. Bu kanı ise birçok kapıya kilit vuruyor, bakış açımızda tekdüzeliklere neden olarak.

'Akla uygun, aklın kurallarına dayanan, ussal, hesaplı' olarak tanımlıyor Türk Dil Kurumu 'rasyonel' kelimesini. Peki tanımda bahsedilen vasıfların hepsinin aynı anda 'kalbe' de uyması mümkün değil midir? Bizler bu ve bu kabil tanımları her zaman 'beş duyumuzun ulaşabildiği' şeylerle sınırlama eğilimi göstermişiz. Beş duyumuzun ulaşamadığı 'manyetik dalga' gibi örnekler için de 'beş duyumuz yerine işlev gören' yeni cihazlar yaratmış ve 'görünmeyen' için yeni kılıflar uydurmuşuz. Halbuki bu durum 'görülen' ve 'görül(e)meyen' şeylerin aynı anda var olabilecekleri ve fiziki duyularımızın tek çıkış yolu olmadığını apaçık bir şekilde gösteren olaylardan yalnızca biri.

Tüm bu akıl/gönül ayrımında bilimden uzaklaşmamak pahasına bilimi de kurban ediyoruz aslında, lakin farkında değiliz. Muazzam oluşumları veya milimetrik ayarlamaları bir 'oldu-bittiye' bağlamanın bilimsellikten uzaklaşmamak olduğunu savunuyoruz. Böyle bir düşünceyi kalıpları yıkarak yepyeni bir bakış açısıyla denenmemiş ve görülmemiş ufuklara açılmaya yeğliyoruz. Zira etrafımızdaki hayret verici derecede şahane olan varlıkların birincil oluşumlarında duyular-üstü bir bakış açısının 'tesadüfi' tahayyülden daha az bilimsel olduğunu düşünüyoruz. İnsanın, karmaşık ve üstün nitelikli akıl yürütme süreçleriyle fizik üstü değerlendirmelerde bulunarak bir rasyonalite oluşturmasının içindeki bilimi ve bunun insan beyninin kudretini yansıttığını göremiyoruz.

Her şeye rağmen, ihtilaf çıkarmak insanın doğasında olduğunu düşünmüyorum. Yukarda bahsetttiğim ve bunun dışında var olan ikiliklerin hepsi, çatışmadan beslenmeye mahkum ettiğimiz kendimizin sonradan tasarladığı bir gerçeklik. Fikrimce, bilim, kontrolü duyular-üstü perspektifin elinden almıyor ve ondan taviz vermemiz manasına da gelmiyor. İkincisinin ilkini yanlışladığına yönelik bir anlayışın da doğru olduğuna inanmıyorum.

Sonuçta, beyin de kalp de, kainattaki her şey gibi, aynı bütünün içinde yer alan iki yapı; aynı takımın birbiriyle ortak olan mensupları. Bunlar arasındaki düşmanlığın yapay bir olgu olduğunu fark etmek ise son derece radikal bir bakış açısı. Fakat ben, bugün ihtiyacımız olan şeyin tam da bu olduğunu düşünüyorum: radikal düşünmek.

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Mülteci

Yolculuklar, insanı her an gözünün önünde olan ama aslında fark edemediği şeylerin varlığından haberdar ediyor. Zira yolculuk esnasında hayatın normal akışına görece daha 'derinlere' dalabiliyor insan. Ve belki de acı bir şekilde fark ediyor etrafındaki güzellikleri ne kadar derinlere gömdüğünü... Dolayısıyla çoğu zaman yolculuğun maksadının varılacak olan yer değil, yolculuğun kendisi olduğunu görmezden geliyor. Nitekim yolculuğun kendisinden ziyade varılacak yere odaklanmak, yolda karşılaşılan şeyleri cömertçe reddetmek manasını taşıyor.

Daha farklı bir bilinç boyutundaysa yolculuğun aslında hayatın kendisi olduğunu fark ediyor insan, ve yaşamı bu bakış açısında değerlendirdiğinde, 'farkında olmak' için saatler süren fiziki mesafelere katlanmaya gerek olmadığı gerçeğiyle karşılaşıyor. Yaptığı her işte, üzerine kafa yorduğu her fikirde yolculuğuna devam ettiğini idrak ediyor; hayatın yalnızca günlük telaşlardan ibaret olmadığını, ancak üzerinde söz sahibi olmadığı geleceği kapsayan planlar yapmaması gerektiğini de akılda tutarak...

Ve yol bir şekilde devam ediyor... Kişi ne yaparsa yapsın, nerede olursa olsun, 'noktanın sonsuzluğunda' ilerleyiş, onun kontrolünde olmadan, durmaksızın sürüyor. Kimi zamanlarda öyle kaptırıyor ki kendini 'varış noktalarına', unutuyor aslıda bunun bir mültecinin yolculuğundan farksız olduğunu. O mülteci ki, kendi vatanı olmayan topraklarda bir yaşam sürüyor, etrafındakileri büyük bir yanılgıyla sahiplenerek ve yaşadığı toprağın bir uyruğu olduğu sanısına kapılarak. Belki de en başından kabullenmek gerekiyor yolculuğun kendisini, onun aslında kişiden bağımsız olarak var olduğunu anlamaya gayret ederek. 

Kişiden bağımsız, ama aynı zamanda onun verdiği anlamdan etkilenen bir olgu bu yolculuk. Belki yollar inşa edemiyor insan kendisi için, ya da kontrolü nihai olarak ele almak gibi bir lüksü yok... Lakin yolcu, karşılaştığı olay ve olguları değerlendirme kapasitesinden mahrum değil, ki bu da çok temel bir noktayı oluşturuyor. Sözgelimi, yolda emin adımlarla ilerlerken bir taş takılıyor ayağına, ve bir anlığına durup dinginlikle düşünmek yerine bedeninde oluşan acıya, ya da kaybettiği zamana odaklanıyor. Halbuki bu reaksiyonun çok değerli bir alternatifi de var aslında. O da durup önüne çıkan engelden neyin murat edildiğini kavramaya gayret etmek...

Yolculuğu zehir etmek de, onu bir karnavala çevirmek de neticede yolcunun elinde... Belirleyici olan, bakış açısı. Başka bir deyişle, içinde bulunulan bilinç seviyesi...

İyi yolculuklar...

1 Ağustos 2014 Cuma

Ne mazi, ne de ati, illa ki Şimdi...

'Size bir seferliğine zamanı geriye ya da ileriye sarma fırsatı verilseydi, bu gücü nasıl uygulardınız?' sorusuna verilen cevaplar, insanların ne kadar bencil olduklarını gösteriyormuş. Zira sorunun yöneltildiği kitlenin birçok mensubu zamanı manipüle etme kudretini doğrudan kendi hayatlarıyla alakalı olan noktalar ekseninde kullanmışlar.

Bu söylenenler pekala doğru olabilir. Hatta kanaatimce doğrudur da. Çağımız insanının benlik çukurunun derinliklerinde olduğu gerçeğini tabi ki inkar edemem. Ancak bundan önce, sorulan soruda en başından bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum: Zamanı neden istediğimiz gibi evirip çevirmek isteyelim ki?

Bu sorunun cevabı da tahmin edileceği üzere ya kişinin mevcut halinden muzdarip olması ya da mevcut halinden daha iyi bir konumda olduğunu düşündüğü bir anının olmasını veya olacağını düşünmesidir. Her durumda değişmeyen şey, kişinin geçmişe ya da geleceğe olan bağlantısıdır. Bu bağlantı, tek gerçek olduğuna inandığım şu an'ın gücünü ve potansiyelini arka plana atma gibi son derece sakıncalı bir neticeyi beraberinde getirir. Eckhart Tolle'nin de dediği gibi geçmiş, içinde bulunulan an'dan önceki bir noktada tezahür eden şimdi'den başka bir şey değildir. Gelecek de, yine Tolle'nin ifadeleriyle, şu an'dan ötede tezahür edecek bir şimdi'dir. Görüldüğü üzere ne geçmişe ne de geleceğe hiçbir mutlak etkimizin olmayacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Geçmişteki hatalarımızdan ders almak ve geleceği kendi lehimize çevirmek müstesna. Zaten bunun için de şimdi'ye odaklanmak gerekmez mi? Neticede geçmişten ders almak da geleceği şekillendirmek de içinde bulunulan an'da yapılacak eylemlerdir.

O halde, değerlendirmeme göre, elimizde bulunan en gerçekçi seçenek, yazının başında yer alan soruları bir kenara bırakıp, şimdi ne yapabileceğimize odaklanmaktır. Bu şekilde göreceğiz ki aslında bizler, hepimiz ve her birimiz, içinde bulunduğumuz anın ta kendisiyiz, ve işte bu an'ın içinde olarak gerçekleştirebiliriz potansiyellerimizi. 

En nihayetinde, şimdi'nin odağında, aslında zaman diye bir şeyin de olmadığını fark edebiliriz. Saat, gün, ay, yıl gibi zaman belirten kavramların yeryüzündeki insanların birer ürünü olduklarını akıldan çıkarmamakta yarar var. Dolayısıyla kainatın kendisi ne bir saniyeye tabidir, ne de bir yıla... Kainat şimdi'dedir... Nitekim evrenin oluşumunu milyarlarca yıla indirgerken bile ürettiğimiz ölçütlerden istifade ediyoruz ve dolayısıyla 'her şeyin başı' gibi kat'i olduğuna inandığımız söylemlerimiz de sınırlı bakış açımızı yansıtıyorlar. Oysa kainatın kronolojik özünü mutlak olarak bilmek bizim harcımız değil... Lakin bu, bir hakikatin varlığının reddi manasına da gelmiyor elbette. Dikkat çekmek istediğim temel husus, 'hakikat' dediğimizin, bizim sınırlı değerlendirmelerimizden münezzeh olduğu noktası...